28/08/2018
Bir nüveydi başlangıçta insan, hiç bilmediği diyarlardan insan adı altında misafir olarak geldi bu dünyaya. Bu dünyaya giriş kapısı, bir babamın sperminin bir kadının yumurtasıyla buluşmasıyla ortaya çıkan insan bedeniyle oluyordu başlangıçta. O nüve, kainatın balkonu olan dünyadan o geldiği sonsuz alemleri seyretmeye gelmişti aslında. Sonuçta, sonu bucağı olmayan o enginliklerde sergilenen bir çok güzelliğin, mucizenin birileri tarafından seyir edilmesi gerekirdi, bu güzelliği var edene hakkının teslim edecek bir göze ihtiyaç vardı, işte o insanda varlık bulan nüvenin geldiği yer ve onun özü, seyrettiği kainatınbir damlası, bir parçası olduğunu anlaması için biraz olgunlaşması gerekiyordu.
İlk önce anne karnında bir bebekti insan, hazır olunca dokuz aylık yaşıyla doğdu dünyaya, ilk nesnesi olan annesinde yaşamak için gıdayı ve sevgiyi emdi, ilk aşkı sıcak teninden emdiği süt ile varlık bulduğu, korunduğu , bakıldığı annesi oldu, bebek insan aşkı başlangıçta annesi sandı. Büyüdü, gelişti yürümeye başladı aradan geçen senelerle birlikte, organlarının gelişmesine bağlı olarak dünyadaki eşyalarla tanışmaya başladı çocuk insan. Ne kadar çok keşfedilmeyi bekleyen eşya, materyal vardı dünyada, hepsini keşfetmeliydi. Daha bilim üretme çağına erişemediği için bu nesneleri el yordamı ile tanımaya çalıştı, kokladı, kimi zaman ağzına götürerek tadına bile baktı, gözlemledi, elementin bir çokdeğişkenlikleri karşısında hayretlere düştü, yürümeye başlamasıyla beraber annesinin o korunaklı çemberinden uzaklaştıkça daha çok nesneyle etkileşime girdi, ilk baştaki merakı ne kadar ilkel olsa da, daha büyük merakların ve keşiflerin peşinde gidebilmek için büyümesi gerekiyordu. İlk aşkı annesi onu büyütmek için aynı şekilde görevine devam etti, zamanla dil öğrendi o nüve, içinde varlık bulduğu insanlar grubunun değer yargılarını benimsedi zamanla, onların örf ve adetlerini içselleştirdi, onların inandığı dini öğrendi, artık varlık bulduğu bedenin dünyasal şartları içinde kendisini tanımlayabileceği kültürlenmeleri yüklüyordu zihnine, zihnindeki yüklemeler zaman içinde arttıkça beynindeki nöron ağlanmaları da dallanıp budaklandı, artık on beşli yaşlarına geldiğinde büyük oranda, ilk baştaki o nüvenin ana gayesi olan dünya balkonundan kainatıgözlemlemek için gereken araçlara sahip olmaya başlamıştı. Hayatına bilim de girdi, laboratuvar ortamında elementin farklı tepkimeleri karşında hayretlere düştü. Güneş sistemini gözlemledi, yıldızları, gezegenleri, güneşin ihtişamı karşında hem büyülendi hemde onun ateşinden korktu. Ayın sırlı gölgelerindeki mehtabı meze ederek kimi zaman kederlendi. İnancı da vardı artık, neden doğduğunu, neden yaşadığını ve öldükten sonra neler olacağını ona bildiren değerler manzumesi. Yaşı büyüdükçe, o nüvenin artık zihnindeki bütün şemalar neredeyse tamamlanmıştı, o artık nereden gelip nereye gittiğine dair öğrenmelerini ailesi, kültürü ve okulları aracılığıyla edinmişti. İçinde yaşadığı dünyanın ve o dünyanın içinde yaşadığı sonsuz kainathakkında fikirler edinmişti ve en büyük silahı da kimisi için inançları, kimisi için bilimin ergümanlarıydı, onlar bazı şeyleri açıklamaya yeterdi ve bu araçlarla yaşanıp hiç bir kuşkuya yer olmadan ölünebilirdi artık, bundan sonraki zamanlar bu araçlarla varoluşu seyir ederek ve eğlenerek geçebilirdi artık kimileri tarafından.
Ancak kimileri de vardı işte ki ben onlara UYUMSUZLAR diyorum, toplumun tüm bu öğretilerinin kainatı anlamak ve varoluşu gözlemlemek için yeterli olmadığını düşüyordu. insanlık tarihi boyunca , var olan bütün dinlerin ve bilimsel verilerin ışığında okumalarıyla edindiği bir fikrin arkasından gidenler vardı elbet, onlar kendilerine biçilen insan olma şeklinin bir dayatma olduğunu, bir şekillendirme olduğunu düşüyorlardı, saf ve kusursuz bir şekilde bu dünya kazanına düşen o nüvenin özünden koparılarak kirletildiğine inanıyordu. Bu kendini beğenmişlikten yada kendisini üstün görmekten çok daha başka bir durumun girdabıydı. Yaşı büyüyüp ailesinin ve içinde bulunduğu toplumdan uzaklaşma fırsatı buldukça insan bu girdabın içine daha çok itiliyordu. Hayır bana dayatılan her şeyden çok başka bir durum olmalıydı, dinlerin ve bilimlerin açıkladığı benim öğrenmeme izin verdikleri ölçülerdeydi, toplum fabrikasından çıkan kültürlenme ile oluşmuş bir insan ürünü olamazdık daha fazlası olmalıydı bunu ta en derinlerindeki seslerden, duygulardan biliyordu daha fazlası vardı ama neydi? İşte bu uyumsuz o yaşına kadar ona öğretilenleri bir kenara bırakıp tekrar araştırmaya başlar, dinler tarihini araştırır, edebiyat ve mitoloji ile ilgilenir, gözlem araçlarını dışa dönük beş duyusal girdilerden uzaklaştırdıkça, iç dünyasının gizemli kapılarını keşfetmeye başlar, tüm bu çalışmaların sonunda geldiği o devasa kapı tüm hayatını değiştirir.
Bundan önce dünyadaki tehlikelerden korunmak için ona hizmet eden, onun varoluşsal kaygılarını doyuran, onu üremek için cinsellik duygusuyla dolduran, hayatta kalabilmek için savaşçının saldırganlığı ile cesaretlendiren, ve ısrarla onu hayvani insan boyutunda tutan o en ilkel dürtü ve duygularının ana deposu, menbasının ilk kaynağına yani SEZGİ kapısından içeri girme fırsatını yakalandığında artık tüm hayatı değişir. O kapının arkasında anne rahmine düşen o ilk nüvenin özü vardır, kainatın sırrı, varoluşun tek nedeni, bu dünya balkonundan asıl olan gerçekleri görebilmemizi sağlayacak, o mucizeleri fark edebilmemizi sağlayacak asıl bilgi mevcuttur, ve ne üzücüdür ki onu bulana kadar geçen onca süre zarfında kaybedilenleri görmek ne acıdır. Çünkü o hep oradaydı, ama beş duyumun bilimselliği ve kültürel şartlanmalarından ötürü onu göremiyordum, gördüğüm bana öğretilenlerden öteye geçememişti, hatalarımdan dolayı yanacağım cehennemin korkusuyla asıl olana perdelenmiştim, onu arada saklı tutan sırlı kılan, görünmez kılan bana öğretilen hatta toplum araçlarıyla dayatılan o saçma sapan korkularımdı. Artık her şey daha aydınlık ve netti, ilahi ses artık daha açık konuşuyordu benimle, laboratuvar ortamında öğrendiklerimden, kitaplardaki bilgilerden çok daha başka duygular yaşatıyordu bana. O eskiden benim üremem, çoğalmam ve toplumsal rol olan evlenmem için gereken basit ilkel bir duygu olarak bana dayatılmıştı, benim ilkelliğimi besleyip dölümüsaçacağım bir kadını bularak çoğalıp üreme kaygısına, hayvani boyutuma hizmet ediyor sandım. Bir kadının elini tutup gözlerine baktığımda, onunla seviştiğimde, hissetiklerimin adıdır sandım, bana öyle öğrettiniz, beni öle formatladınız, asıl sermayeme asıl zenginliğime perdelediniz beni, gözlerime karalar çaldınız, beni eksiltiniz, beni insan olmaya zorladınız, o nüveyi et bedene indirgeyerek, ona hamallık etmek için var olan bedenine kul köle ettiniz, gerçek dışı şeriatı dayattınız, asıl olana manaya, öze ve hakikate sırlı ettiniz, asıl cehennemleri bize yaşattınız, aslımıza cennetimize perdelediniz, cennete gitmek için ölümden sonrasını bekler kıldınız, insanın tüm potansiyelini onunla birlikte toprağa girmesine sebep oldunuz, kendisine yabancıladınız, dayattığınız korkularla asıl olandan kaçmalarına sebep oldunuz, o mücizeye yüklediğiniz ilkel anlamlar nedeniyle onun aslını yaşamalarını engellediniz. Hollywood dayatmalarıyla ürettiğiniz, kırmızı kuyruklu , ateş saçan şeytanlara inandırdınız insanları ve istenileni yapmazlarsa kazanlarda pişirileceksiniz diyerek korkuttunuz. Belki de toplumları ve milyonlarca insanın hayvani yönlerini dizginlemek için bunlara ihtiyaç duydunuz bilemem, belki de haklısınız ancak o devasa SEZGİ kapısını keşif edip içine giren kişileri de rahat bırakmalısınız.
Neredeyse otuz yaşıma geldim bunca zamana kadar oyalandığım dünyasallık içinde o kapının köşesinden bile geçmemiştim, aklıma kendi bedenimde taşıdığım, ve bedenimden daha öte et parçası beynimin oluşturduğu nöron ağlanmalarının, mikroskopla görülen sinapslarınböyle bir güzelliği oluşturabileceği aklıma gelmezdi ,sonuçta ben bir neşter darbesi vurulsa beynime maymuna dönerim diye düşünen, varlığı maddeye indirgemiş, insanı biyo-psikolojik zeminde düşünen standart bilim insanlarından birisiydim. Duygulanımların, düşüncelerin ana kaynağı iki nörotransmiterin ürettiği kimyasal tepkimeler sonucu olduğunu düşünen, en yücelttiğim duyguların,hislerin beynimdeki kimyasallar aracılığıyla oluştuğunu düşünen sıradan bir insandım. Bu zamana kadar tüm kayıtlanmalarımdan, beynimde oluşturulan öğrenmeye bağlı oluşan nöralağlanmalardan kurtulup ilk baştaki o kayıtsız, sıfır noktasına yakın nüveye yaklaştığımızda açığa çıkan hiçlik halinin aslında bir karanlık ve yokluktan çok başka bir şey olduğunu, sisteme senelerce dünyasallaşmadan sonra tekrar başlamanın, format atmanın, sıfırlamanın neyi açığa çıkardığını görmek beni hayretlere düşürdü.
Ben neredeyse otuz sene sonra ilk nüveme yaklaştığımda, bu dünya balkonundan kainata baktığımda artık salt elementler yığını ve onun formasyonlarından öte bir şeyi görmüyorum, Sezgi kapısından girdikten sonra, ruhumun derinliklerindeki sembollerin, ve orada ilk nüvesinde kayıtlı her şeyin, sonsuz kainatın bir örneği bir yansıması olduğunu idrak ediyorum. Benim ilk nüve olarak bu dünyaya doğup gerçek insana dönüşme sürecim ile kainatın bir noktadan genişleyip bu genişliğe erişme arasındaki bağlantının bir nedeni olduğunu görüyorum, kainatı anlamanın kendi ruh labirentlerimde keşif edilebileceğini artık görüyorum, kainatın elemental yapısının keşif edilerek insanın hizmetine sunulmasını başlı başına bir gaye olarak değil insanın pozisyonuna yakışan bir hizmet olduğunu anlıyorum ve tarihsel süreç içinde medenileşmesini ilerleten insanın keşif edeceği sırrı doğada değil kendi içine döndüğünde ulaşabileceğini görüyorum. Geri kalan maddelerin ve formasyonlarının da insana hizmet etmek üzere var olduklarını algılayabiliyorum, ve buna benzer gördüğüm ve göremediğim bir çok şeyi bana gösteren şeyin adını hep duymama rağmen yeni keşif etmiş olmamın üzüntüsünü hep yaşayacağım.
O sezgi kapısından içeri girdiğinizde hayatını değiştirecek olan şey ve size ilk nüveye kainatın ilk oluşmasına sebep ilk patlamaya götürecek ve bunca sonsuzluğun var olmasına sebep olan şeyin adı AŞK.
Ancak o aşk pembe dizlerdeki entrikalarla dönen, insanın hayvanlığına hizmet eden, geleneksel dayatmalardan uzak, dürtüsel üremeye yönelik olan bir aşk değil. Tüm bunların tamamı, ilahi olan aşkında üzerinde. Ölümlere, savaşlara, kıtlıklara, doğa felaketlerine rağmen en büyük yıkımlara rağmen, en büyük vahşetlere rağmen sabit kalabilen o duygunun adı aşk. Onunla başlayıp onunla son bulacak her şey, ve biz onu kainatın balkonu bu dünyada keşif edebilecek o ilk nüve ile doğduk, onu burada tamda bu zamanda bulabiliriz sadece dışımızda aramayı bırakıp içimizde bir yerlerde, bizimle var olduğunu görmeliyiz, ve onu bulduğumuzda çevremizde olan her şeyin, hatta savaşların, kaosların, yıkımların bile ondan bağımsız oluş halindeki olmadıklarını göreceksiniz. Ve gerçekten bir kadına aşığım dediğinizde onun gözlerinde eskisinden çok daha derin duyguları görebilen bir olgunluğa erişeceksiniz, aşk duygusunun tam olma ve ölümsüzleşerek sonsuz olana yaklaşmanın tek aracı olduğu bilgisine değil sezgisine erişeceksiniz. Bundan sonrasında aşık olduğunuzdan daha önemli bir şey geriye kalmayacak, ve şu dakikadan sonra en değerlinize, geç olmadan şunları söyleyin;sana aşığım sevgilim ve benim bu dünya yolculuğunda geleceğim son durağın seninle olan aşkımız olduğunu çok acı çekerek fark ettim. Hata yaptıysam eğer, önceden düş boyutunda fark ettiğim bu aşka gerçekten sahip olduğum için içine düştüğüm şaşkınlıktan ve cehaletimdendir, benim aşkım seni korkutmasın, ben senin aşkınla anne karnına düşen o ilk günkü nüve kadar aciz ve senin aşkına muhtacım, seninle tam olduk, eksik parçam kalmadı ve seninle birlikte tam olma duyguyla ölebilirim artık, beni affet aşkım, dünyada ve sonsuzlukta cennetin kendisi olan aşkından cehenemlere itme beni.
Uzm.Klinik Psikolog Osman İLHAN
Bi Nefes Psikolojik Danışmanlık Merkezi